Adriyatik 1. Gün – Piran’dan Ayrılış

Piran’dan ayrılıyoruz. Sabahın ilk ışıklarıyla uyanıp Izola’nın huzur dolu havasını son bir kez daha soluduktan sonra tüm kontrolleri yapıyoruz. Bir kez daha rotamızı gözden geçiriyoruz. Marina merkezinden hava ve deniz durumu bilgilerini alıyoruz ve çıkış işlemlerinin ardından saat 08:30 civarı marinadan ayrılıyoruz. Izola’da geçirdiğimiz 3 gün boyunca çok güzel dostluklar edindiğimizi, kasabanın huzurlu, sakin ortamını çok özleyeceğimi düşünerek yavaşça uzaklaşan manzaraya dalıyorum.

İlk durağımız Piran’da bulunan Portoroz marinası. Burada teknenin belgelerini onaylatmamız ve Slovenya’dan çıkış işlemlerimizi yapmamız gerekiyor. Piran yolu üzerinde kayalıklarda bulunan bir yapı hemen dikkat çekmekte. Burası St. George kilisesiymiş. Kilisenin bulunduğu burnu aştıktan sonra da Piran’ın içinde bulunan kale duvarları ve kuleler çok güzel bir görüntü sergiliyor.

Yaklaşık 1 saat içinde marinaya varıyoruz. Marinada bulunan merkezde belgelerimizi onaylatıyoruz, pasaportlarımıza çıkış damgalarını vurdurup yolumuza devam ediyoruz. Tüm bu işlemler yaklaşık 5-10 dakika sürmekte. Saat 09:30 gibi marinadan ayrılıyoruz.

Ve artık Adriyatik Denizi’nin kalbine doğru yolculuğumuz başlıyor. Rotamız Piran’dan batıya doğru açılıp bir süre sonra güneydoğu yönünde dümdüz İtalya Brindisi’ye doğru yol almak. Adriyatik’in ortasına yakın bir yerden seyredeceğimiz için muhtemelen yol boyunca yakınımızda herhangi bir gemi, tanker vs. olmayacak diye düşünmekteyiz. Normal şartlar altında Brindisi’ye 3 gün 2 gece sonra varmayı planlıyoruz. Aldığımız hava ve deniz durumuna göre yol boyunca rüzgar son derece yavaş olacak ve dalga neredeyse hiç olmayacakmış. Bu bizi bir yandan üzmekte bir yandan da sevindirmekte. Üzülmemizin sebebi yelkenli bir tekne ile rüzgarsız havada can sıkıcı bir yolculuk yapacak olmamız. Sevindirici yanı ise yeni teslim alınmış ve ilk defa yola çıkacak bir tekne için şartların en iyi düzeyde olması. Teknede ortaya çıkabilecek bir sorunla uğraşırken bir yandan da doğal şartlarla uğraşmak hiç de keyifli olmayacaktır. Böylece bu güzel havada teknenin tüm kontrollerini de yapmış olacağız.

Piran

Kıyıdan yaklaşık 10 deniz mili açıldıktan sonra oto pilotumuzu 160 dereceye sabitleyip yaklaşık 6 knot hız ile Brindisi’ye doğru yöneliyoruz. Güneş tepeye çıktıkça bimini yokluğu olayın ciddiyetini daha fazla hissettirmekte. Açık denizde tepemizdeki güneşin yakıcı etkisinden korunmak gerçekten de zor oluyor. Teknenin üstünde gölge bulmak oldukça güç. Güneşin durumuna göre köprü üstünde bulunan zodyağın yarattığı ufacık gölge bile serinlemek için bize harika fırsatlar sunmaktaydı. Öğlen vakti artık sıcaklık dayanılmaz bir hale geldiğinde aklımıza pratik bir fikir geldi.

Çok önceleri televizyonda izlediğim Atasoylar’ın Dünya turları sırasında tekneden kovayı denize sarkıtıp deniz suyu ile serinlediklerini hatırladım. Biz de benzer şekilde neredeyse 10 dakikada bir denizden aldığımız suyu serinlemek için başımızdan aşağı boca ediyorduk. Hiç rüzgar esmiyordu. Bu yüzden de tamamen motor gücüyle yol almaktaydık. Bir süre sonra kara görüntüsü tamamen kayboldu ve Adriyatik’in kucağında yol almaya devam ettik.

Teknenin yemeklere en meraklı kişisi olduğum gözden kaçmaz bir gerçekti. Bu yüzden de mutfak ve menüler benden sorulmaktaydı. Yolculuğumuz boyunca menümüz genelde benzer oluyordu. Sabahları erken vakit süt – müsli karışımı yanında meyve suyu ve üstüne meyve, çikolata ile kahvaltı oldukça dinçleştirici ve besleyici oluyordu. Öğlenleri ise elimizden geldiğince sulu yemekler ve salata yemeye özen gösteriyorduk. Bunlar da çoğunlukla patates temelli yemekler oluyordu. Akşamları ise çoğunlukla farklı soslar eşliğinde makarna ve çorba dinlendirici olmakta. Arada ise çikolata, cips, çerez gibi atıştırmalar eksik olmuyordu.

Bu ufacık alanda kara görmeden insanoğluna tamamen aykırı bir ortamda yaşamaya başlamıştık. Özel alanımız ortadan kalkmıştı. Görebildiğimiz tek şey uçsuz bucaksız deniz ve birbirimizin yüzüydü. İki üç sene önce gittiğim Erciyes’teki kış kampı aklıma geldi bir an. Bizim ilk kış kampımızdı. Şubat ayının acımasız bir haftasında geniş bir grupla zirve yapmayı planlamıştık. Fakat havanın azizliğine uğradık ve inanılmaz bir kar fırtınasında kalmıştık. 3 gün boyunca çadırdan dışarıya çıkamadık. Ufacık çadırın içinde 4 kişi eşyalarımızla birlikte kalmak zorundaydık. İlk gün her ne kadar eğlenceli geçmiş olsa da diğer günler inanılmaz bir psikolojik savaş halindeydi. En yakın arkadaşların arasında en ufak bir bakıştan bile sürtüşmelerin çıktığına şahit olmuştuk. Karşımdaki arkadaşımın saçını düzeltmesi bile batmaya başlamıştı bir süre sonra. Bu durumlarla başa çıkmanın ilk şartı insanın kendini ödüllendirmesiydi. Kan şekerini yüksek tutmak ipucu olarak aklımızdaydı. Güzel ve keyifli yemekler işleri biraz daha yolunda tutuyordu.

Saat 17:30 civarı açık denizde yüzme molası vermeyi uygun gördük. Motoru kapatıp sırayla denize girdik. Mutlaka teknede bir kişi kalıyordu bu sırada. Hep beraber denize girip teknenin gözümüzün önünde uzaklaşmasını izlemek hiç hoş olmazdı sanırım. İlk başta gayet keyifli ve heyecanlı görülen bu aktivite denize atlayıp tekneye sırtımı dönmemle ciddi karışık hislere dönüşmüştü. Ufka kadar uzanan uçsuz bucaksız deniz görüntüsü bir anda heyecanımı çaresizliğe dönüştürmüştü. Her ne kadar büyük bir önemi olmasa da derinliğin 40 metre olduğunu düşünmek bu çaresizlik hissini katlamaktaydı. Hemen tekneye doğru döndüm ve daha fazla düşünmeden tekneye çıktım. Tekne artık sıradan bir deniz taşıtı olmaktan çıkmış yaşamımızın garantisi olmuştu benim için.

Yolculuğumuz devam ederken can sıkıntısından Baran ile birlikte yardımcı ipler üzerinde düğüm çalışmaları yapmaya başlamıştık. Sonuçta hep belirttiğim gibi 11 metrelik bir alanda yapacak fazla bir şey bulunmuyor.

Saat 20:30 civarı gün batımına doğru esmeye başlayan hafif rüzgarı fırsat bilip ana yelken ve floğu hemen açtık. Böylece hem motor devrini düşürerek benzin tasarrufu yapıyorduk hem de yelken sistemlerini deneme fırsatımız oluyordu. Bu durum gün batımı ile sona ermişti. Tekrar yelkenleri toplayıp motor devrini yükseltmemiz gerekti.

Akşam yemeğinden sonra açık denizdeki ilk geceye hazırlık yapmaya başlamıştık. Gece olduğunda kurallar değişiyordu. Gece nöbetlerini 2-3 saat olacak şekilde kararlaştırdık. Gece karanlığında tehlikeleri en az düzeyde tutmak için mutlaka can yeleği giymemiz ve kendimizi uçlarında karabinalar olan kısa halatlarla teknenin yanlarındaki gergin tellere sabitlememiz gerekiyordu. Sonuçta nöbetler sırasında tekne üzerinde yalnız kalmak durumundaydık ve diğerleri uyurken bir de motorun sesi de gecenin sessizliğini bozarken denize düşüp kurtarılmayı beklemek hiç mantıklı olmayacaktır. Hele ki motorun otomatik pilotta saatte 6 knot hızla gittiğini düşününce kurtarılmayı beklemek pek akıllıca değildi.

Nöbeti 04:30 – 05:00 civarı Baran ve Uli’den devraldım. Bütün gün son derece dingin olan Adriya sabahın kucağında iyiden iyiye dinginleşmiş bir çarşaf gibi ufka doğru uzanmaktaydı. Nöbeti aldığımda göstergeleri kontrol ettim, gözle ve dürbünle şöyle bir etrafa baktım. Bizden başka herhangi bir cisim veya canlı yoktu deniz üzerinde. Ve sonrasında baş kısımda uzanıp teknenin su ile buluşması sonucu ortaya çıkan son derece dinlendirici ve huzur verici sesler eşliğinde düşüncelere daldım bir süre.

Bu benim açık denizde ilk defa yalnız başıma seyrimdi. Heyecan ve tedirginlik duygularım birbirine geçmişti. Aslında apaçık denizde herhangi bir başka araç veya herhangi bir yapı olmadığı için bir sorun yok gibi görünmekteydi. Fakat farklı tehlikeler söz konusu idi. Hiç beklemediğimiz bir an plastik bir torbanın pervaneye dolanması son derece tehlike oluşturabilirdi. Denizin ortasında plastik torba da ne arar diye düşünmeyin sakın. Kıyıdan bırakılan her türlü atığı denizin ortasında görmek mümkün. Hatta birkaç kez bu tehlikeyle yüz yüze de geldik. İnanın yolculuğumuz boyunca denizin ortasında gördüğüm çöplere hayret ettim. Lütfen denize bir atık atmadan önce mutlaka iki kez daha düşünün.

Kulağım motor sesinde gözüm çarşaf gibi uzanan Adriyatik Denizi’nde sabahın keyfini çıkarmaktaydım. Bu saatlerde yapılacak en güzel şey bir bardak sıcak kahve veya sıcak çikolata içmekti. Elimde bir fincan sıcak kahve, kulağımda Pink Floyd – Welcome to the Machine ve gözlerimin önünde ufka kadar uzanan Adriya. Sabah çiyi yağmıştı çoktan. Üstüm başım sırılsıklam olmuştu. Saat 06:00’a doğru güneş soldan yükseliyordu Güney’e giderken…